Çirkin Üvey Kardeş: Perdenin Ardında Çürüyen Baba, Adsız Bedenin Çığlığı ve Güzelliğin Dehşeti
- Hülya Filipov
- 7 gün önce
- 4 dakikada okunur
Aslında klasik bir Külkedisi hikâyesi ama inanılmaz bir anlatımla, bizi tekrar tekrar histerik yapan, sonunda görüntü olarak canavarlaşan bir filmle karşı karşıyayız. Masalın o parlak yüzünü tanıyoruz: cam ayakkabılar, saray, balo, arzu nesnesine dönüşen kadın bedeni. Ama bu film o yüzü paramparça ediyor; sanki kırılmış bir aynanın keskin kenarlarından bakıyoruz artık. Güzellik, büyü değil bir yara haline geliyor; masal değil, masalın gerisinde kalan bilinçdışı konuşuyor.
Bu film, izleyiciyi bir masal anlatmaktan çok bir analiz odasına çağırıyor: perdenin ardına, arzu ile yas, beden ile dil arasındaki o belirsiz boşluğa.
Daha ilk sahnede simgesel düzenin temeli çatlar: baba yoktur. Üvey baba ölmüştür; adı bile anılmaz. Filmin dünyasında hiçbir ses Baba’nın-Adı’nı taşımaz. Oysa Lacan için Baba’nın Adı (le Nom-du-Père) dilin direğidir; arzuya sınır çeker, yasayı tesis eder. Burada o direk çökmüştür. Kızın ağzından dökülen cümle bir travma yankısıdır:
“Benim babam orada kurtlanıyor, siz gereksiz harcamalar yapıyorsunuz.”
Bu söz, sıradan bir isyandan çok daha fazlasıdır — simgesel düzenin iflasının ilanıdır. Baba artık yasa değil, çürüyen bir çekirdektir; konuşmayan, anlam taşımayan bir şeydir. O “orada kurtlanırken”, dilin dışına atılmış olan Gerçek (le Réel) geri döner. Kurtlar, baba-fantazmasının bedenleşmiş hali, adlandırılamayanın sesi olur. Tiksintiyle karışık bir çekim yaratırlar; Freud’un Das Ding kavramına uygun biçimde, hem iğrenç hem cezbedici bir merkeze dönüşürler.
Baba’nın yokluğunda yasa çöker; yasa çöktüğünde ad da düşer. Bu çöküşün en ince işareti, baloya gönderilen davetiyede kızın soyadının yazılmamış olmasıdır. Diğer konukların kartlarında asil soylar sıralanırken, onun davetiyesi yalnızca şöyle yazar:
Von Stepsister — ya da Türkçesiyle: Von Üvey Kardeş.
Almanca’daki “von” öneki, soyluluk ve baba hattını gösteren bir işaretken, burada grotesk bir boşluğa dönüşür. Kız bir “von”dur ama hiçbir yerden; bir soydan gelmez, bir adı yoktur. “Von Üvey Kardeş” yazısı, Baba’nın Adı’nın yerini tutmaya çalışan ama onu yalnızca karikatürleştiren bir simgedir. Lacan’ın dediği gibi, baba yoksa özne adlandırılamaz; o zaman geriye kalan yalnızca bir fazla, bir ek, bir boşluktur. Bu adsızlık, tüm hikâyenin görünmez eksenidir: öznenin kimliksizliği, simgesel düzenin dışına düşmüşlüğü.
Bu adsızlık, filmdeki bedensel şiddet sahnelerinde yankılanır. Kızın parmaklarını kestiği sahne, yalnızca korkunç değil, aynı zamanda derin bir semboldür. Parmak, dokunmanın, müdahale etmenin, arzuyu ifade etmenin uzantısıdır; onu kesmek, kendi eylem kapasitesini yok etmektir. Ama annenin sesi bu ritüeli bile bozar:
“Yanlış parmağı kestin, diğerlerini de keseceğiz.”
Bu cümle, dilin çarpıtılmış halidir. “Yanlış parmak” derken, anne simgesel bir hata yapar; tıpkı dilin yanlış anlam üretmesi gibi. Lacan’ın “yanlış tanıma” (méconnaissance) kavramı, burada kanlı bir jestle vücut bulur. Anne düzeltmeye çalıştıkça düzeni daha da yıkar; baba-yasanın boşluğunu dolduramaz, yalnızca şiddetle taklit eder. Böylece film, kastrasyonun bile kastrasyonunu yapar: eksiltme artık düzeni tesis etmez, kaosu üretir. Kızın bedeni, bu yanlış dilin yazıldığı yüzey haline gelir.
Baloya geldiğinde kız yüzünü bir örtüyle gizler. Bu, masaldan ödünç alınmış bir jest değildir; Lacan’ın “perde” (le voile) kavramının sinematik tezahürüdür. Perde, bakışı hem düzenleyen hem de provoke eden yüzeydir. Prens, bu yüzün ardındaki bilinmeyene âşık olur — yani bir kadına değil, bir boşluğa, bir eksikliğe. Bu aşk, Lacan’ın ünlü formülünü hatırlatır: “Arzu, Öteki’nin arzusudur.” Prens, kendi arzusuna değil, başkasının arzusuna benzeyen bir sırra tutulur; perdenin ardındaki bilinemezliğe.
Dans sahnesi, bu arzu ekonomisinin kırıldığı andır. İki kadın —Elvira ve üvey kardeş— dans ederken bir anlığına baş aşağı görünürler. Sanki kamera, mekân ve bilinç birlikte ters dönmüştür. O anda örtü düşer, yüz açılır. Bu, hem bir “ayna kırılması” hem de bir “hakikat sızması”dır. Lacan’ın ayna evresinde özne, kendi bütünlüğünü imge aracılığıyla tanır; burada ise imge, yüzün açıldığı anda parçalanır. Perde kalkar kalkmaz, özne-imge ayrımı görünür hale gelir. İki kız kardeş göz göze gelir; bakış karşılaşması arzu yerine dehşet üretir. Üvey kardeşin donmuş yüz ifadesi, Gerçek’in çıplak temasıdır: görülmekle yanmak aynı şey olur.
Bakış, filmde artık bir zevk değil bir travmadır. “Görülmek” özneyi kurmak yerine dağıtır. Lacan’ın regard kavramının söylediği gibi, göz görmekle yetinmez; görme eyleminin kendisi özneyi yaralar. Baloda yüzün açıldığı o anda, izleyici de kendi bakışının ağırlığını hisseder. Çünkü perdeden düşen yalnızca karakterin yüzü değildir — bizim de perdemizdir.
Filmin ilerleyen bölümleri, masalın çöktüğü yerdir. Renkler solar, cilt kabuk bağlar, yüzeyler bozulur; güzellik görüntüyle birlikte çürümeye başlar. Estetik yerini groteske bırakır. Artık izlediğimiz şey bir anlatı değil, jouissance’ın ta kendisidir: hazla tiksintinin birbirine karıştığı o dayanılmaz eşiğe gireriz. Film, güzelliği temsil etmeyi bırakır; güzelliğe duyulan arzunun kendisini teşhir eder. Güzellik, şiddetin maskesi haline gelir; arzu, bedenin yarasına dönüşür.
Baba yoktur, yasa yoktur, anne dili yanlış konuşur, kızın adı yoktur. Her şey yerinden oynamıştır. Ve bu yıkıntının ortasında doğan şey, histerik öznedir: Öteki’nin ne istediğini bilmeye çalışan, her bakışta çözülen, her sözde yeniden kurulan özne. Histerik özne, hem kendini gösterir hem gizler; hem arzular hem arzu edilmekten korkar. Film, bu histerik bedeni bir estetik biçim haline getirir. Artık güzellik bir hedef değil, bir semptomdur.
Sonunda, yüzün açılmasıyla birlikte perde kalkar — ama o açılış bir kurtuluş değildir. Arzu, görünür olur olmaz dağılır. Perde kalktığında yüz görünür, ama o yüz bir eksikliktir. İzleyici, kendi bakışını geri alır ve aynı yarığı kendinde hisseder. Gördüğümüz şey bir hikâye değil, kendi bilinçdışımızın yansımasıdır.
Masal biter ama analiz sürer. Film, bir peri masalından çok, bir seans gibidir: dilin çözülüp bedene, imgenin çözülüp yaraya döndüğü bir süreç. Baba’nın yokluğunda her şey çürür ama tam da o çürümeyle bir hakikat doğar. “Güzel” olan değil, eksik olan kurtulur.
Ve geriye yalnızca bir isim kalır — ya da bir isimsizlik:
Von Üvey Kardeş.
Ne bir soy, ne bir köken. Sadece bir boşluk.
Ve film, tam da o boşluktan konuşur.
Yorumlar