Psikanalizin etik boyutu, insan arzusu ve gerçek arasındaki çatışmayı merkeze alır. Lacan'ın Psikanalizin Etiği seminerinde ele aldığı das Ding kavramı, Freud'un kayıp nesne anlayışıyla bağlantılıdır ve gerçeğin bir kategorisi olarak tanımlanır. Lacan, das Ding'ı, "gerçek olanın gösterenden muzdarip olduğu" bir alan olarak tanımlar ve bunun haz ilkesinin ötesinde, geçilmesi imkansız bir sınır olduğunu vurgular. İnsan arzusu, bu sınırın önünde durur ve jouissance (haz) bize yasaklıdır; Freud'un kayıp nesnesi geri dönülemez bir şekilde kaybolmuştur. Bu noktada, özne her zaman nesnesinden ayrıdır ve bu ayrılık, insan varoluşunun tamamlanmamış olduğuna işaret eder.
Lacan, arzunun bu sınırda takıldığını ve öznenin bu kayıptan dolayı eksiklik duygusu yaşadığını ifade eder. İnsan, kayıp nesnenin yerini alacak bir şey ararken, arzusu sürekli olarak doyumsuzluk içinde kalır. İşte tam da bu noktada, das Dinginsanın etik konumunu belirler. Gerçekle karşılaşma, özne için sarsıcı bir deneyimdir; çünkü gerçek, gösterenler aracılığıyla anlamlandırılamaz ve travmatik bir unsur olarak kendini gösterir.
İyi ve Arzunun Sınırları
Lacan, bu sınırda "iyi" ve "güzel" kavramlarını devreye sokar. İyi, arzunun ilk sınırıdır ve Lacan'ın kuramında, kullanım değerinden çok jouissance değeriyle tanımlanır. İnsan bu "iyiliğe" sahip olabilir veya onu savunabilir, ancak her iki durumda da ondan keyif almayı engellemiş olur. Dolayısıyla, iyi, arzunun önüne güçlü bir bariyer örer ve tatmini yalnızca bir yanılsama haline getirir.
Marcel Mauss'un potlatch kavramı, arzunun bu sınırlandırılmasına bir örnek sunar. Toplumlar, mülk edinmekten vazgeçerek veya malların sunduğu jouissance'tan feragat ederek arzularını kontrol altında tutarlar. Lacan’a göre, iyi, politik bir mesele olarak da karşımıza çıkar. İnsan toplulukları içinde jouissance’ın düzenlenmesi gereklidir; aksi takdirde, kaos ve doyumsuzluk kaçınılmaz olur.
Güzelin Aşıldığı Sınır
Güzel, iyinin ötesine geçen bir unsurdur ve arzunun hedefine ulaşmasını sağlayan bir geçiş noktası olarak düşünülebilir. Ancak, iyinin idealize edilmiş bir versiyonuna tutunmadan, insan gerçeğe daha fazla yaklaşamaz.
Lacan, güzelin arzuyu korkuttuğunu söyler. Ona göre, güzel karşısında arzu "hakaret" eder; ancak güzel bu hakarete kayıtsız kalır. Bu, güzelin bize gerçek hakkında bir işaret sunduğu anlamına gelir. Lacan, bu noktada Van Gogh'un ayakkabılarını örnek gösterir. Ayakkabılar, "bize bir anlayış işareti sunar; hayal gücü ve gösteren arasında tam ortada yer alır." Bu noktada, güzelin işlevi, arzunun bir yanılsama olduğunu fark etmemizi sağlamaktır.
Bu uyanış sarsıcıdır; çünkü insanın ölümle olan ilişkisini gözler önüne serer. Güzel, insana gerçekliğin kapısında bir duraksama noktası sunar. Gerçek, imkânsız olanın alanıdır; hatta "katlanılamaz olan"dır. Bu yüzden, güzel bizi gerçekle yüzleştirirken aynı zamanda ondan uzak tutar.
Lacan’ın bakış kavramı burada devreye girer. Göz, bakan şeyleri algılar; ancak bakış, gözün ötesinde bir gerçeğe işaret eder. İnsan, bakışıyla nesneleri görmek ister; ancak gerçek hiçbir zaman tam olarak görünür olmaz. İşte sanat da tam olarak bu noktada devreye girer.
Sanat ve Psikanaliz: Bir Geçiş Meselesi
Lacan’a göre, sanat, bakışın ötesine geçen bir deneyim sunar. Resim, izleyiciye "bakmak istiyorsan, şuna bak!" der. Ancak bu bir yanıltmacadır. Göz ile bakış arasındaki ayrım, sanatın içinde yer alır. Göz, bakan şeyleri algılar; ancak bakış, gözün ötesinde bir gerçeğe işaret eder.
Psikanaliz de aynı şekilde, insanın kendi fantazileri ve gerçek arasındaki sınırı fark etmesini sağlar. Peki, sanat aynı işleve sahip midir? Sanat, psikanaliz gibi bir "geçiş" sunar mı?
Sanat ve psikanaliz arasındaki bu paralellik, güzelliğin ve gerçekliğin doğrudan algılanamayacak unsurlar olduğuna işaret eder. Lacan, sanatın da bir nevi fantazm yarattığını, ancak bu fantazmın öznenin kendi gerçekliğiyle yüzleşmesine aracı olabileceğini öne sürer. Sanat, seyirciye yalnızca bir görüntü sunmaz; onun arkasındaki boşluğu da fark ettirir. Böylece, sanat, gerçek ile olan ilişkimizin sınırlarını zorlayan bir alan olarak işlev görür.
Sonuç olarak, psikanaliz insanın kendi gerçeğiyle yüzleşmesini sağlayan etik bir alan sunarken, sanat aynı kapıdan farklı bir geçiş yolu mu sunmaktadır? Bu soruya sanat tarihi boyunca verilen yanıtlar, bize sanatın da insan arzusu ve gerçek arasındaki sınırı sorgulayan bir alan olduğunu gösterir. Sanatın ve psikanalizin kesiştiği bu noktada, güzelliğin yalnızca bir estetik deneyim olmadığını, aynı zamanda insanın varoluşsal deneyimini şekillendiren bir unsur olduğunu söyleyebiliriz.
Comentarios