Lacan’a Göre Hamlet: Arzunun Trajedisi
- Hülya Filipov
- 10 Haz
- 2 dakikada okunur
Lacan, 6. Seminer’inde Hamlet’i sadece edebi değil, psikanalitik olarak da çığır açıcı bir metin olarak ele alır. Ona göre Hamlet, klasik bir “intikam trajedisi” değil, derinlemesine bir “arzu trajedisidir.” Bu tragedyanın merkezinde öznenin arzusunun yapısal bir biçimde sekteye uğraması yatar.
Lacan, Hamlet üzerine yazılmış tüm psikanalitik yorumlara (özellikle Ernest Jones ve Ella Sharpe’a) mesafeyle yaklaşır. Jones’un Freud’un Oidipus Kompleksi’ni temel alarak geliştirdiği yorumun belirli bir doğruluğu olduğunu teslim eder, fakat bunun metnin içsel çatışmalarını açıklamada yetersiz kaldığını savunur. Ona göre Hamlet’in sorununu yalnızca Freudcu anlamda babayla özdeşleşme ve suçluluk çerçevesinde ele almak, meseleyi daraltmaktır.
Lacan, Hamlet’in eylemsizliğinin kaynağını ne ahlaki tereddütte ne de dışsal engellerde bulur. Aksine, Hamlet’in sorununu şu cümleyle özetler:
“Özne görevi sorgulamaz, ama görev ona tiksinti verir.”
Bu ifadeyle anlatmak istediği, Hamlet’in babasının intikamını almakta gönülsüz olması değil, bu görevin anlamı ve yöneldiği nesneyle özne arasında yapısal bir uyuşmazlık olduğudur. Yani mesele eylemsizlik değil, arzusunu konumlandıramama halidir.
Hamlet'in arzusunu sabote eden, Lacan'a göre, annenin arzusudur. Babasının öldürülmesi kadar, annesinin onun ölümünden hemen sonra Claudius’la evlenmesi Hamlet için sarsıcıdır. Burada mesele annesinin arzusu karşısında duyduğu tiksinti, iğrenme ve bastırılamayan bir öfke haline gelir. Bu durum, öznenin arzusu ile simgesel düzen (aile, iktidar, yasa) arasında köklü bir çatışma olduğunu gösterir. Lacan, bu çatışmayı hadımlaşma kompleksi ile ilişkilendirir: Arzunun yöneldiği figür (anne), aynı zamanda özne için yasak olan figürdür. Ve Hamlet, bu arzunun temsil ettiği bölünmüşlükle baş edemez.
Hamlet’in oyunculara sahnelettirdiği “oyun içinde oyun” sahnesi (the play scene), bu noktada Lacan için özel bir önem taşır. Hamlet, Claudius’un suçunu açığa çıkarmak için bir oyun kurgular. Ama bu sadece politik bir manevra değildir; aynı zamanda Lacan’ın ifadesiyle, “gizlenmiş hakikatin kurmaca biçimindeki yapısıdır.” Yani özne, gerçekliği ancak kurmaca aracılığıyla ifade edebilir. Bu, Lacan’ın genel psikanalitik kuramıyla birebir örtüşür: Gerçek, doğrudan değil; ancak temsil ve yapı aracılığıyla açığa çıkar.
“To be or not to be” monoloğu da Lacan için sıradan bir varoluşsal ikilem değil, arzu ve ölüm arasındaki temel sorunun simgesel ifadesidir. Hamlet burada sadece yaşamak ya da ölmek arasında değil; arzusunu var edebilmekle, onu yok saymak arasında salınır. Eylemi gerçekleştirememesinin nedeni korkaklık değil, arzusunun konumunu bulamamasıdır. Claudius’u dua ederken öldürmemesinin nedeni de budur: Onu “cennete göndermek istemez.” Bu, intikamın değil, arzu çatışmasının bir sonucudur. Çünkü babasının hayaleti, cehennemde sıkışıp kalmıştır; Hamlet ise Claudius’a aynı akıbeti yaşatmak ister. Bu, arzuya ait olanın sonsuzlukla ilişkisidir:
“To be” (var olmak), Lacan’a göre “sonsuzca sürer.”
Hamlet’in nihayet mezar sahnesinde “Ben Danimarkalı Hamlet’im” diye haykırması, onun Lacancı anlamda özneleşmesinin gerçekleştiği andır. Bu sahnede Laertes’le mezarda boğuşurken Hamlet, ilk kez arzusu ile özdeşleşir. Lacan bunu şu formülle açıklar: S◊a (özne ile arzu nesnesi arasındaki ilişki). Hamlet artık kim olduğunu bilir; fakat bu bilgi ölümle iç içe geçmiş bir bilgidir. Zaten son perdede eyleme geçmesi, ancak ölümü göze aldığı noktada mümkün olur.
Sonuç olarak Lacan’ın Hamlet yorumu bize şunu gösterir:Hamlet’in dramı, bilinçli bir kararsızlık değil; arzu, yasa ve özneleşme arasındaki yapısal bir çöküş halidir. Hamlet, babasının yasasını yeniden kurmaya çalışırken, annenin arzusuna saplanır. Bu saplanma, onun eylemini geciktirir, arzuyu bastırır ve trajediyi kaçınılmaz kılar.
Comments