Soya Dönüş Değil, Kimliğin Silinişi: Asimilasyonun Dinamiği
- Hülya Filipov
- 29 May
- 3 dakikada okunur
1984 yılında Bulgaristan’da başlatılan “Soya Dönüş Projesi”, yalnızca binlerce Türk’ün isminin zorla değiştirilmesiyle sınırlı kalmadı. Bu bir isim politikası değil, bir silinme rejimiydi. Camiler kapatıldı, Türkçe konuşmak yasaklandı, dini ritüeller cezalandırıldı. Çocuklara verilen isimler, mezar taşları, doğum belgeleri — her şey tek tek dönüştürülmeye, yeniden yazılmaya çalışıldı.
Devletin hedefi, bir halkı yeni bir formda “yeniden üretmek” değil; onu tanınamaz hâle getirmekti.
Psikanalitik açıdan bu süreç, öznenin adlandırılma hakkının gasp edilmesi anlamına gelir. Lacan’a göre ad, özneyi simgesel düzene dahil eden, ona toplumsal bir yer açan temel yapıdır. Adı alınan bir çocuk, artık yalnızca ailesinin ya da geçmişinin değil, devletin dayattığı boş ve yabancı bir gösterenin taşıyıcısı hâline gelir. Kimliğin simgesel zemini yerinden oynar.
Bu türden bir müdahale, yalnızca dışsal bir baskı değildir. Zamanla içselleşir; utanca, ikircikliğe, bastırmaya dönüşür. Aileler, çocuklarına "biz artık dua etmeyeceğiz", "bu ismi okulda söyleme", "bu kelimeyi ev dışında konuşma" demek zorunda kalır. Ve böylece travma, sadece bir kırılma değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir sessizlik biçimini alır.
Freud’un bastırma kuramı burada yeniden düşünülmelidir. Bastırılan yalnızca dil değildir; hafızadır, ağıttır, yas hakkıdır. Ve bastırılan, tamamen silinmez. Geri döner. Bazen gecikmiş bir soruyla, bazen kim olduğunu anlamaya çalışan bir çocukla, bazen de anlatılmamış bir hikâyenin sessizliğiyle...
Bu yüzden burada sökülen şey sadece isimler değil, bir halkın kendi kendine hitap edebilme kapasitesidir.Sesi alınanlar, susmaz.Ama o sesin yeniden duyulması zaman alır — çünkü önce ismi geri almak gerekir.
Bir Bebeğin Adı: Türkan
21 Aralık 1984’te, henüz 17 aylık olan Türkan Feyzullah, annesinin kucağında, Kırcaali’nin Mogilyane köyünde vurularak öldürüldü. O gün, adını değiştirmeyi reddedenlerin üzerine açılan ateş, yalnızca yetişkinleri değil, henüz konuşmayı bile öğrenememiş bir bebeği hedef aldı.
Türkan’ın ölümü, yalnızca bir çocuğun yaşamının son bulması değil, aynı zamanda bir halkın susturulma biçimidir. Freud’un “temsil edilemeyen” olarak tanımladığı travma alanı burada somutlaşır. Çünkü bazı acılar anlatılamaz; yalnızca bir bedenle, bir suskunlukla, bir anıtla sembolleşir. Türkan, bu anlatılamaz olanın taşıyıcısıdır.
Henüz dile gelmeden susturulan bu ses, bugüne kadar tutulamayan yasın yerine geçmiş, bir kolektif ağırlığın adı olmuştur. Türkan ismi, adları silinen binlerce kişinin ortak ismine dönüşmüştür.Ve Türkan anıtı — yalnızca bir çocuğun anısı değil — bastırılmış olanın geri dönüşüdür.Sessizliğin içinden yükselen bir hatırlama biçimi, simgesel düzenin dışına atılanların sessiz ama kalıcı direnişidir.
Tren Garları: Yasın Coğrafyası
1989 yazında Bulgaristan’dan Türkiye’ye zorunlu göç başladığında, tren garları yalnızca bir geçiş hattı değil; belleğin yarıldığı, hayatların bölündüğü mekânlardı.Bilinmezliğe doğru akan kalabalıklar...Yaşlılar, çocuklar, hamile kadınlar...Gidenler sadece bir yere varmadı; bir yerden eksildi.
Valizlere doldurulan eşyalar arasında yalnızca giysiler yoktu. En çok taşınan şey, yerinden edilmenin utancıydı. Çocuklara anlatılamayan hikâyelerdi. Anadilin dışarıda susmak zorunda kaldığı sessizlikti.
Geride bırakılan, taşınamayan her şey — evler, ağaçlar, mezarlar, diller — bir yas olarak kaldı. Ama o yas da tutulamadı. Freud, yasın kaybedilen bir nesneyle vedalaşma süreci olduğunu söyler. Eğer bu yas bastırılırsa, patolojik bir melankoliye dönüşür.1989 göçü, böyle bir bastırılmış yastır. Toplu bir kaybın — hem sembolik hem de gerçek — konuşulamadan geçip gittiği bir travma alanıdır.
O yılın tren garları, aynı zamanda birer suskunluk mekânıydı. Geri dönmeyeceğini bilerek vedalaşmak, çoğu zaman hiç vedalaşamamak demektir.Mezarlar geride kaldı.İsimler değiştirildi.Hikâyeler yarım bırakıldı.
Ve bastırılan yas, hâlâ yazılmamış, anlatılmamış, dile gelmemiş bir boşluk olarak sürüyor.
Kuşaktan Kuşağa Aktarım: Sessiz Hafızanın İçinde
Zorunlu göçü bizzat yaşamamış olanlar da, o tarihin içinden geçmiş olabilir. 1989’un göç eden ailelerinden doğan çocuklar, bu hikâyenin sessiz taşıyıcılarıdır. O dönemde henüz doğmamış olan ama o dönemin duygularıyla büyümüş binlerce insan...
Psikanalizde aktarım yalnızca terapötik bir süreç değildir; kuşaklararasıdır. Annenin suskunluğu, babanın gözünü kaçırışı, dedenin hiç anlatmadığı hikâyeler... Travma, yalnızca kelimelerle değil, bakışlarla, sessizlikle, bedenle de aktarılır.Anlatılmayan hikâyelerin eksik kaldığı yerlerde beden konuşur.Bazen nereden geldiğini bilmediğimiz bir ağırlık, bir tedirginlik, bir iç sıkıntısı — köksüzleştirilmiş bir tarihin yankısı olabilir.
Kimi insanlar henüz doğmadan o yolculuğun içindeydi. Psikanalitik olarak bu, doğum öncesi travma (prenatal travma) olarak adlandırılır.Annenin karnındaki çocuk yalnızca biyolojik değil, tarihsel bir belleğe de doğar.O karnın içinde taşınan sadece bir bebek değildir; aynı zamanda korkudur, yasın suskunluğu, yerinden edilmişliğin ağırlığıdır.
Bu nedenle bazen “ait olamama” duygusu yalnızca bugünün meselesi değildir.Aidiyetin en erken biçimi, rahimde kurulmaya başlar.Ve eğer o rahim sürgünde taşınıyorsa, aidiyetin ilk izi de parçalı olur.
Kuşaktan kuşağa devreden bu sessiz hafıza, bugünün anlatısında hâlâ yankılanır.Çünkü bazı acılar zamanla geçmez; biçim değiştirir, yer değiştirir ama varlıklarını korurlar.
Unutmak Mümkün Değil: Direniş Bellekte Başlar
Asimilasyon yalnızca bir kimlik müdahalesi değildir; hafızaya yönelik sistemli bir müdahaledir. Amaç, yalnızca dili, dini, ismi değiştirmek değil; bir halkın kendine dair neyi hatırladığına, nasıl hatırladığına ve ne zaman hatırlayabileceğine hükmetmektir. Çünkü hatırlayan bir topluluk, dirençlidir. Hafızasını geri çağırabilen bir halk, yeniden var olur.
Ama unutturulmak istenen her şey, başka biçimlerde geri döner.Bir şiirle, bir suskunlukla, bir çiçekle, bir mezar taşında yeniden kazınan isimle...Bazen bir çocuk ismiyle: Bugün Türkan adını yaşatan binlerce çocuk var.Ve hâlâ “biz buradayız” diyen binlerce aile.
Bellek yalnızca geçmişi muhafaza etmez; geleceği kurma biçimidir.Çünkü geçmişle kurulan ilişki, gelecekte nasıl var olacağımızı belirler.Direniş, tam da bu noktada başlar. Sessizliği bozarak.Yas tutarak.Anlatarak.Travmayı temsil edilebilir kılarak.
Comments